31 Mayıs 2009 Pazar

TSL 34. Hafta ve Şampiyon Beşiktaş..

Şen Şef de bu diyarlardan gitti, blog iyice öksüz kaldı. Pazar günü yine çalışıyorum, yine fena durumdayım ama Süper Lig şampiyonunu not etmek, bu lanet sezonun bitişinden duyduğum mutluluğu paylaşmak lazım. Bir anlamı kalırsa 18 Haziran sonrası geride bıraktığımız sezonu uzun uzun yazarız.

Başkanı tüm başkanlardan, teknik direktörü tüm teknik direktörlerden, futbolcuları Süper Lig'de forma giyen her futbolcudan ve tabii ki taraftarı yani kısaca en tepeden en alta kadar her hücresiyle Beşiktaş camiası bu kupayı herkesten çok istedi. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın aynı anda bu kadar kötü yakalanmasının imkansız olduğunun bilinciyle her maça aynı ciddiyetle asıldı ve şampiyon oldu. Her şey bir yana takımda bir görevi olan herkes mesleğinin hakkını, aldıkları paranın karşılığını sonuna kadar verdi. Anadolu yakasında oturan biri olarak fazla korna sesi duymayınca çok da rahatsız olmadım, keşke kaybedilen her şampiyonluk böyle olsa diye düşündüm. Beşiktaşlı arkadaşların şampiyonluğu kutlu olsun.

En az Beşiktaş camiası kadar büyük tebrik de benden Sivasspor'a gidiyor. 3 senedir bu ülkede bir Sivasspor gerçeği var, yine zirvedeler yine büyük paralar harcayan takımların üstündeler. 3 büyükler dışındaki tüm kulüplere bu 3 sene ders olarak okutulmalı. Trabzonspor da benim onlar için koyduğum sezon başı hedefine ulaştı. Önümüzdeki sene için teknik adam seçimi çok önemli, doğru tercih ve 2-3 nokta transfer ile daha iddialı bir Trabzonspor izleyebiliriz.

Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor ile oynadığı 6 maçta 14 puan alan ama buna rağmen ligi şampiyonun 10 puan gerisinde kapatan Fenerbahçe için söylenecek her şeyi söyledik, sezon çok önce bittiği için değerlendirme yapmaya gerek yok. Galatasaray için de aynı şeyler geçerli, iki takım da bu kadar kötü oldukları sezonda bile son 6-7 hafta içindeki abuk sabuk 2-3 puan kaybını yapmamış olsalardı çok daha farklı bir son hafta izleyebilirdik. Onlar da kenara çekilip bizim gibi Beşiktaş Sivasspor yarışını izlemeyi tercih ettiler.

Lanet sezonun son 1 ayında çok yoğun olup gündemi takip etmekten geri kaldığım için çok mutluyum, işler bundan daha güzel bir dönemde sapıtamazmış. Rahatladığımda blogda transfer haberlerini ve yeni sezon analizlerini konuşuyor olacağız. Olur da önümüzdeki sezon da benim için böyle geçerse blogun uğursuzluğuna inanıp kilit vuracağım..

28 Mayıs 2009 Perşembe

Xavier Hernández i Creus


Xavi pres yaptığında ya da bir top kaptığında neden bilmem ama "Bu adam Alex'den teknik, inanılmaz bir olay" cümlesi sık sık ağzımdan çıkar. Zekasına ve yeteneğine hayranlığımız yıllardır var ama işin bu diğer tarafı insanı çok etkiliyor. Dün de onu en yakından takip eden ismin yaklaşık 1 km fazlası ile sahanın en çok koşan adamı Xavi'ydi.
.
Sabaha kadar Iniesta ile orta sahada top yapsalar sıkılmadan izlerim. Belki dünün etkisinde çok kaldım ama şu an aklıma izlediğim daha iyi ve uyumlu bir orta ikili gelmiyor.
.
Muhteşem futbolunun yanında ayrıca o önemli bir lider ve en az Puyol kadar büyük bir kaptan..

Lionel Andrés Messi


Pembe kramponlu şımarık çirkefe selam olsun..
.
Lionel Andrés Messi, an itibariyle dünyanın en iyi oyuncusudur.
.
(.)

Barcelona 2-0 Manchester United


United gole kadar daha üstün gözüktü. Barcelona'da sanki biraz eller ayaklar titriyor havası vardı, Manchester ise daha sakin, kendine güvenen ve kuvvetli bir görüntü veriyordu ama bu kendine güvenin cezasını Barcelona kesti. Golü bulduktan sonra da oyunun kontrolünü bir daha bırakmadı.

Maçı izleyebildiğime şükrettiğim bu garip iş temposunda yazıyı uzatmanın alemi yok, sevdiğimiz bloglar maç analizlerini zaten en güzel şekilde yapmıştır. Xavi, Iniesta, Messi, Guardiola ve Barcelona hakkında söylenebilecek tüm güzel şeyler söylenmiştir.

Dün akşam ortaya çıkan tablo ile de arada çıkan çatlak seslerin hepsi kesilmiş, akıldaki tüm soru işaretleri giderilmiştir.

F.C. Barcelona an itibariyle dünyanın en iyi takımıdır.

(.)

24 Mayıs 2009 Pazar

Tugay Kerimoğlu



"After a tribute video on the big screen after the game, Tugay came out to acclaim more support, his T-shirt said "Thank you for all your support".

The final game of the season saw Tugay given the honour of leading Rovers out in his final match in Rovers colours. Banners and flags flying high saluting the maestro who brought his eight year career with the club to an end in the sunshine at Ewood Park - his 294th appearance.

...

Five minutes from time came the moment for four sides of the ground to stand on their feet and salute Tugay. In typical Tugay style it took him the best part of 90 seconds to leave the pitch, but not even the referee could spoil that particular departure.

A video montage set to "Nobody does it better" was played at the final whistle as a tribute to the great man, there was barely a dry eye in the house as the 2008/09 season was brought to a close.

He will always be our Turkish Delight." (Blackburn Rovers resmi sitesinden alıntıdır.)




Bir pas ustası bugün futbola veda etti. Pas şiddeti, zamanlaması, verkaç kararı, boşa kaçar gibi fake atıp, dönüp hemen tekrar pas istemesi ve bunları her maç arka arkaya her rakibe karşı yapabilmesiyle hatırlanacak benim tarafımdan, ve özlenecek her zaman. Blackburn'lüler için de değeri tartışılmaz. Blackburn başkanı Williams "Tugay hepimizin kalbini kazandı" derken, hem ucuz maliyeti, hem de profesyonelliği ve takım atmosferine katkısı bakımından kendisini göklere çıkarmış.

Katılmadığım, sevmediğim bir-iki yorum vardır Tugay'la ilgili; "Futbolu İngiltere'de öğrendi, buradayken iyi değildi" benzeri yorunlardır bunlar. Tugay çok, çok iyi bir futbolcuydu, 20 yaşından itibaren. Hem bilgisiz hem de arsız bazı futbol seyircilerimizin beklentilerini karşılamak kolay değil. 1990'lar boyunca yükselen Galatasaray'ın bayrağıydı Tugay, o yükselişin taçlanmasını kaçırınca birçok hafızada geri planda kaldı, bir Ümit Davala'nın Okan Buruk'un Capone'nin arkasında dosyalanacak bir adam değildi halbuki. O takım oluşana kadar yapılan bütün denemelerde orta sahanın generaliydi Tugay. 93 ve 94'te şampiyon olan takımın hem kaptanı hem de 'go-to-guy'ıydı, 10 kişiyle 1-4 kazanılan Kadıköy deplasmanında gözümün önünde yollamıştı frikiği doksana. 95'te 'Roy Keane 6 Milyon Pound ediyorsa bu Türk kaç para eder'iydi İngiliz basınının. Kuzmanovski'ler Mapeza'lar Saffet'ler arasında bir yıldızdı Tugay, Galatasaray tribünlerine "burada doğdum burada öleceğim" derken kapalının önünde. Akdeniz Oyunlarını kazanırken genç yaşında, Olimpik Milli Takımın başındaki hoca Fatih Terim'di, bu sefer yolları Florya'da kesişiyordu 1996'da.


Bundan sonraki 4 seneyi insanlar UEFA Kupası önelemeleri gibi değerlendiriyorlar bazen, deli ediyorlar beni. İlk iki sezon şampiyon olmasaydı o takım acaba o futbolcu ve teknik ekip kadrosunun kaçta kaçı 2000 yılında Florya'da olacaktı. Hani Suat-Tugay ikilisinin Hagi'nin yardımıyla Hakan Şükür'ü kullanıp bizi şampiyon yaptığı iki sezon? Ligi, kupayı, Cumhurbaşkanlığını, TSYD'yi kazanıyorken bu takım Tugay senede 40-45 maç orta göbekte işini yapıyordu. Malesef 3-5-2'den 4-4-2'ye geçiş sancılarında Tugay sırıtmaya başlamıştı öte yandan. Yükselişte olan bir yığın oyuncunun yanında Tugay'ın önceki sezonlarının biraz gölgesinde olması kendisine fazla yüklenilmesine sebep oluyordu. Çoğu maçı idare etmeye başladığında artık ben bile yedek kulübesini normal bir çözüm olarak görmeye başlamıştım Galatasaray günlerinin sonuna doğru. Ama bunların hiçbiri, Galatasaray futbol takımının yaklaşık 8-9 sezon Tugay sahada neredeyse ona göre pozisyonunu aldığı dönemi unutturmadı bana.

Gerçek şu ki 3-5-2'nin tam ortasında sadece top alıp verme görevini yerine getirerek gerilemişti Tugay'ın futbolu seneler içerisinde. Hızını göz göre göre, bile bile kaybetti bu yıllarda. Pek gerek olmuyordu çünkü bu taktikteki rolü için. Ama işte, Fatih Terim'in gelişen takımında arkasına adam kaçırırken, prese geç gelirken tepki alıyordu. Tugay asla futbolu sonradan filan öğrenmedi, gittiği zaman da kötü mötü değildi. Tugay o takımın orta sahası için en doğru seçenek değildi kadroda, o takım, o sistem için. Olay budur. Kritik konu ise o dönemlerde kendine iyi bakmadığı, kumar, alem vesaire muhabbetiydi; oyuncuya vasat oynama, formsuz olma şansı bırakmayan durumlar oluşturur bunlar. Taraftarın da, gazetecinin de kızacak adama ihtiyacı vardır her zaman. O böyle bir vaziyetteyken İskoçya'ya gidip arkasından da Avrupa Kupaları gelince bir anda yazının başında anlattığım durum gerçekleşti.

Boşta bir adam varsa en kısa zamanda en almak isteyeceği yere pası atan adamdır Tugay. Bir maçta 80 kere orta sahada top isteyip, en doğru stop tekniğiyle alıp, sırtındaki iki kişiden sıyrılıp 80 kere isabetli pasla devam ettirdiği minimum 180 maç vardır Galatasaray formasıyla. Ama bunlar hatırlanmaz, konu olmaz. 181. maçta kaptırdığı toptan yediğimiz gol konuşulur (bkz. 1992, Werder Bremen, Almanyadaki maç, 1997 Fenerbahçe deplasmanı), senelerce hem de. Ceza sahasından uzak oyun kurucuların şahıydı Tugay ama bizim onun değerini anlamamız için İngilizlerin 'vay be' demesi gerekiyordu, hemen arkasından sinsice 'yaa di mi'yi yapıştırdık tabi, kaypakça. Hızlı öğrenmiş olacak büsbütün bir kariyer de Ada'da çıkarttı. Kardeşleri futbolu bırakalı yıllar oldu, Sam Allardyce gelmese belki 2010'u da çıkarırdı aradan 40 yaşında.

Ayrıca kaybedilen bir maçtan sonra soyunma odasında şakalaşan, eğlenen takım arkadaşlarını azarlamışlığı "böyle takım olunmaz" diye utandırmışlığı vardır Blackburn'deki daha ikinci senesinde. Sonraki sezondan itibaren takım kaptanlarından biri olur, pazubandıyla sayısız maç çıkarır Ewood Park'ta, deplasmanda. Milli takımda, Galatasaray'da ve Blackburn'de inanılmaz emeği var Tugay'ın son 20 senede. Ben anlamam, dinlemem, kabul etmem arkadaşlar, Tugay Kerimoğlu her zaman 10 numara adamdır, 10 numara da futbolcuydu.








20 Mayıs 2009 Çarşamba

UEFA Cup Final - İstanbul 2009


Tempo aynen devam ediyor, rahatlayacağım gün olan 18 Haziran'da büyük bir orgazm yaşayacağım. Bugünüme ise kimse dokunamaz, çok önceden futbola ayrılmış durumda. Gönül maç öncesini de Saraçoğlu çevresinde yaşamak isterdi ama yapacak bir şey yok, maça gidebileceğime şükrediyorum.

Finalde başka takımları hayal ediyorduk, olmadı. Ben yine de maçın güzel geçeceğini hissediyorum. 2005'deki efsane final gibi bir maç olması kolay değil ama son kez verilecek bu kupanın unutulmayacak bir final sonunda sahibine gitmesini çok istiyorum. Umarım ülke olarak hepimizin, bir Fenerbahçe'li olarak da benim ayrıca gurur duyacağım bir organizasyona imza atarız.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Beşiktaş 4-2 Fenerbahçe


Kupa gidince yok olduğum düşünülmesin. Beni tanıyanlar ve blogu az çok takip edenler iş durumlarını zaten biliyorlar ama olsun, yine de notumuzu düşelim. Bir sene daha eklendi, 26 oldu 27. Esprilerde de bundan başka bir değişiklik yok, aynı şakaları yılda bir kez görmeye alıştık. Artık beni fazla rahatsız etmiyor. Kupayı zaten çok önemsemem, sadece şampiyonlukla beraber olursa bir anlam ifade edeceğini söylemiştim de ama Beşiktaş'a kaybetmeyi, bir derbi maçında 4 gol yemeyi önemserim ve üzülürüm.
.
Sahaya çıkan Fenerbahçe 11'i ile ilgili çok yorum yapılabilir, her tercihe saygılıyım ama o oyuncu değişikliğine saygı duymamın imkanı yok. Aragones'in dahice değişikliği gelene kadar maç Fenerbahçe'nin istediği gibi gidiyordu, herhalde Mustafa Denizli'ye bir hak tanısalar o da rakibinin orta sahayı bir kişi eksiltmesini isterdi. Uğur çıktı, Semih girdi ve oyun o dakikada tamamen tersine döndü. Top Beşiktaş'da kalmaya başladı, 3-5 dakika içinde de gol geldi. Emre çıkıp Deniz girdikten sonra ise oyun tamamen koptu, maç çok daha farklı bir skorla bitebilirdi. Sebebi ve şekli ne olursa olsun Beşiktaş kazanmayı hak etti ve kazandı.
.
Sanırım kupa kazanılsa da Aragones gidecekti, o yüzden maçın kaybedilmesinin hayırlı olduğunu düşünenlere katılmıyorum. Daha fazla geç kalmamak, hemen yarın gerekli açıklamayı yapıp yeni sezonun planlamasına geçmek lazım.
.
İzmir'de 2005'de iş için 2,5 ay kalmıştım ve şehirden çok soğumuştum. Dün sevgim tekrar arttı, maç öncesi çok keyifliydi. Ufak tefek mevzular oldu ama İstanbul ile kıyaslarsak sıfır olay oldu bile denebilir. Bunda da sanırım en büyük pay İzmir polisinin, taraftara çok ılıman ve yapıcı yaklaşıyorlar. Gereksiz yere ortaya çıkıp, İstanbul polisi gibi itip kakmıyorlar. Küfür etmiyorlar, ortamı germiyorlar. Dün de çok az polis gördüm, sadece gerekli yerlerde kendilerini gösterdiler ve bence harika bir iş çıkardılar.

Finalde kazanmayı, bu keyifli ama yorucu İzmir seyahatinin karşılığını almayı tabii ki çok isterdim ama şimdi düşünüyorum da Fenerbahçe'nin bu sezonuna bir kupa yakışmayacaktı. Bu lanet yılın bitmesi için geri saymaktan başka yapacak bir şey yok. Sonrasında da yapılan hatalardan kimlerin hangi dersleri çıkardığını gözlemleyeceğiz. Herhalde sorumlu olan herkes camianın daha fazla hataya müsade etmeyeceğini anlamıştır.

12 Mayıs 2009 Salı

İzmir


Bloga yazmama imkan vermeyen bu yoğunlukta bir gün izin almak beni birkaç gün ofisten gece çıkarttı. Değecek mi bilmiyorum ama İzmir'e gidiyorum. 2007'de doğum günümden bir gün sonra İzmir'e gidip, şampiyonluğu alıp dönmüştük. Yarın kupa gelirse o şampiyonluğun %1'i kadar bile anlamlı olmayacak ama olsun, zaten gitme amacım da kupayı görmekten öte bu sene çok nadir görebildiğimiz karakterli ve onurlu takımı bir kez daha görebilmek..

Maç öncesinin çok güzel geçeceği kesin, İzmir'de aksi pek mümkün değil. Umarım maç sonu da keyfimiz kaçmamış olur..

10 Mayıs 2009 Pazar

TSL 31. hafta


İş dolayısıyla Ankaragücü maçında uzak kaldığımız Saraçoğlu’na gitmemeyi düşünmedim bile, hem rakip Denizlispor’du hem de orada olmayı özlemiştim. Şampiyonluktan uzak olmak beni huzurlu bir ruh haline sokuyor ama maç özeti için saatlerce diğer maçların yorumlanmasını beklemek de canımı sıkıyor. Çoğunluk için en anlamsız maçı tribünden izleyince asıl önemli maç sonuçlarını da ancak özetler ile yorumlayabiliyoruz.

Fenerbahçe kazandı. Üzerinde çok fazla durmanın bir anlamı olmayan, durağan ve dönem dönem insanı baya sıkan klasik bir Saraçoğlu maçı izledik. Uzun uzun maç yorumu yapmak içimden gelmiyor, birilerinin ilgisini çekeceğini de sanmıyorum. Alex’i özlemişim onu fark ettim, o girdikten sonra Fenerbahçe bolca pozisyon bulmaya başladı. Şaka maka iki aydır oynamıyordu, Fenerbahçe için onsuz kalmak aslında hiç kolay değil. Gökhan Gönül yine stoperdeydi ve çok iyi bir oyun çıkardı. Emre yine iyiydi, Güiza da fena değildi. Deivid’in bazı halleri ise canımı çok sıkıyor. Ali Bilgin nefret ve küfür ettiğim ilk Fenerbahçe’li futbolcu olmuştu, bugün de aynen devam etti. Canımı sıkan şey ise Semih’in oyundan çıkış şekli oldu. Alex’e yerini bırakması tribünlerden büyük tepki aldı, ben de garipsedim ama oyundan çıkarken yaptıkları beni şaşırttı. Tabelada numarasını görünce ellerini yana açması ve maç berabere olmasına rağmen yavaş yavaş oyundan çıkması ona yakışmadı. Fenerbahçe kaptanı teknik direktörünü tribünlere yem etmemeli.

Süper Lig kalitesiz diyoruz, doğrudur yanlıştır onu bilmem ama çok heyecanlı olduğu ortada. Yarıştan haftalar önce kopan Fenerbahçe Ankaraspor ve Ankaragücü kazansaydı potadaydı. Aynı senaryo Galatasaray için de geçerli. Varsayımlardan öte olan bitene bakalım, Beşiktaş liderlik koltuğuna oturdu, belki de olabilecek en doğru zamanda. Geçtiğimiz hafta her şey bitmiş gibi bir havaya giren taraftarlar bu hafta ise şampiyonluk kutlamalarına başladılar. Artıyı da eksiyi de Beşiktaş camiası çok büyütüyor. Avantaj büyük o kesin tabii ki ama kalan maçlara, özellikle 33. hafta oynanacak maça iyi bakmak lazım. Hani Süper Lig iki takıma indirgenmeye çalışılıyor ya, işte o bahsedilen büyüklerden sıralamada dördüncü olan İnönü’ye gelecek..

Sivasspor sanırım dağılıyor, sinirler de iyice bozuldu, bundan sonra işleri çok zor. Hacettepe karşılaşması onlar için bir şans ki zaten Anadolu takımları da Sivasspor’a yatıyor! Özetlerden gördüğüm kadarıyla İBB maça çok iyi başlamış, iki golü bulduktan sonra üçüncüyü de kaçırmış. Sivasspor’un da pozisyonları var, ilk devre sonunda soyunma odasına tek farkla gidebilselermiş maçı çevirebilirlermiş. Her iki devrede de direkleri dövdükleri pozisyonlar var, biraz da top onları istememiş.

Galatasaray'ı Bülent Korkmaz yönetiminde en çok pozisyon yakaladığı maçlardan birini çıkarmış gibi gördüm. Kaçan pozisyonlar var ama penaltıyı da Lincoln iyi yedirmiş. Bu adama sarı kart gösteren hakemler suçlu oluyor ya ona yanıyorum. Süper Lig’de tezgah var, ondan olsa gerek. Trabzonspor sessiz sedasız hatta pek kaale de alınmadan geldi ve zirveyi tekrar yakaladı. Bu ligde her şey olabilir, üçte üç onları şampiyon bile yapabilir ama son maç Fenerbahçe ile oynayacaklar. O maç bir ölüm kalım maçı haline gelirse bana Fenerbahçe kazanır gibi geliyor, kazanırsa da neler olur düşünemiyorum.

Hala çok zor maçlar var, hala çok şey olabilir. Uzaktan izliyorum, arada iç çekiyorum ama öyle ya da böyle bu tiyatronun sonunda ne olacağını ise çok merak ediyorum. Bir Fenerbahçe’li olarak da bir an önce bu sezon bitsin, bir an önce yenisi gelsin istiyorum.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Chelsea 1-1 Barcelona


Iniesta'nın golü sonrasında Fenerbahçe gol atmış kadar sevindim, hatta sanırım bu sezon hiçbir gole bu kadar sevinmemiştim. Golde bağırmamın etkisiyle uzun süre başım zonkladı, evde neleri kırdığımı kontrol etmem gerekti. Bu maç özelinde olmasa bile sezonun geneline bakınca futbolun adaleti yerini buldu. Taraf tutmayan ama rezil bir hakem çıktı, Türk hakemlerinden bile beter ve eyyamcı bir yönetimle maça damgasını vurdu. Neticede oynamak isteyen kaleyi bulan ilk şutu ile güldü, oynamaktan çok oynatmamayı düşünen, rakip 10 kişiyken bile topu düşünmeyen taraf kaybetti. Öyle ya da böyle bence hak yerini buldu, olabilecek en güzel finalin adı kondu..

EDIT: İlk kez böyle birşey yapıyorum Arkhe'nin affına sığınarak ama yoruma koymak istemedim bunu. Buradaki ilk cümlenin devamı aslında...

Evimin arkasında İTÜ öğrenci yurdu var. Doğal olarak maçlarda bize ulaşan gol sevinçleri, penaltı kaçış sevinçleri, derbilerde, kilit maçlarda karşılıklı tezahüratların sesleri gelir bizim eve. CL maçlarında da digitürk yayınlarının uydudan sesinin geç gelmesi nedeniyle goller önceden duyulur. Dün gece 90+2'deki golde gelen ses geçen sene Deivid'in Chelsea'ye gol attığında veya milli takımın gollerinde gelen sesten daha güçlüydü. Dahası, durulmadı, kesilmedi golden sonra da. Sanki U2 konseri başlamış, abiler "One" çalarak sahneye çıkmış gibi uzun "auuuww"lar ve ıslıklar sürdü maç bitene kadar, kocaman bir "heeeey"le de son buldu. Böyle birşey bilmiyorum ben.

Bazı eskiden beri Barça sevenler, ve ezelden beri sevmeyen birçokları, uyuz oluyor ülkemizde bu sene zirve yapan Barcelona sevgisine. Lakin benim hoşuma gidiyor Barcelona'ya böyle bir Batman, bir Barbaros Hayrettin Paşa hayranlığı ve sevgisiyle bakılması. CL yarı finalinde Chelsea'ye karşı deplasmanda %70'le topa sahip olan takımın kazanmasını istiyor herkes, yoksa Katalanya sevgisi olamaz heralde bu hayranlığın temeli. Benim hoşuma gidiyor, kendi kısır futbol çekişmemize şifa arayan bütün Türk taraftarı kendilerini Barcelona'yla mutlu ediyor. Belki çok da mühim birşey değil, belki futbol güzelliğinden ziyade favoriye oynayan iddaa'cıların sesiydi o. Ama belki de futbolseverin bağrından fışkıran bir "OHH BEE"ydi, iyiler kazandı, yemişim hakemini... (ŞenŞef)

Nerede Kalmıştık?

Perşembe akşamı ofise ve evime dönebildim ama tatilde bilgisayar başına geçmek kolay olmadı. Bilgisayar ve blog böyle günlerde önceliğini kaybediyor. Pazartesi bir şeyler yazarım diye düşünürken haftanın ilk iki günü de anlamsız bir şekilde çok yoğun geçti. Bu arada çok şey kaçırdım, izleyip bloga yazamadığım şeyler de oldu. Haziran sonuna kadar işler yoğun, heves kaçtı sanılmasın ama zaman ayırmak kolay olmuyor. Fırsat bulmuşken kısa kısa da olsa aklımızda kalan notları bloga düşelim..

Cumartesi akşamı için fazla şansım yok gibiydi ama El Clasico’yu da izleyebildim. Herhalde bu maç hakkında bütün yorumlar yapılmış, söylenebilecek her şey söylenmiştir. “Ezmek”, “Rezil etmek”, “Tecavüz” gibi tüm kelimeler kullanılmıştır. Bir takım en büyük rakibini herhalde en fazla bu kadar küçük düşürebilirdi. Kaptan’ın gol sevincinden dünyanın en iyi futbolcusu Messi’ye, bana göre dünyanın en iyi orta sahası Iniesta’dan en zekisi Xavi’ye kadar çok şey söyleyebilirim ama tek tek isimlerden bahsetmeye gerek yok. Böyle bir takımı izleyebildiğimiz için çok şanslıyız, keyfini çıkarmak lazım.
.
Pazar günü Lefter heykelinin keyifli açılışı ile başladı. Lefter’i izlemeye yaşımız yetmedi, hayranlık duymamız da çok mantıklı değil ama neticede o Fenerbahçe camiası için somut her şeyden öte aynı zamanda manevi bir değer. Tüm değerleri hızla kaybederken birilerinin bazı şeylere tutunması insanın hoşuna gidiyor.

Gidişiyle, maç öncesiyle ve dönüşüyle Pazar günü gibi güzel havalarda herhalde en fazla keyif veren stad İnönü’dür. Bilet bulmak da fazla zor olmadı, normal olarak Fenerbahçe tarafında maça ilgi fazla değildi. Ben bile neredeyse tek kalıp gitmekten vazgeçiyordum. Maç öncesinde Fenerbahçe’nin kadrosundan çok Beşiktaş kadrosunu merak ediyordum, neticede Fenerbahçe’nin imkanları ve seçenekleri kısıtlıydı. Aslında Beşiktaş tarafında da kadrodan ziyade tek merak ettiğim şey Cisse-Ernst ikilisiydi. Cisse’nin kenarda oturduğunu görünce son yılların İnönü senaryosunu görme ihtimalimizin çok güçlendiğini düşündüm.

İkinci devre Mustafa Denizli’nin iyi değişiklikler yaptığını düşünürken ve Beşiktaş rakip kalede baskı kurmaya başlamışken bu kez de Ernst çıktı, Serdar Özkan girdi. Fenerbahçe de yediği golle girdiği stresten bu dakikadan sonra kurtuldu, maçı da kazandı. Fenerbahçe için yapılacak yorum kalmadı, en azından bende bitti. Yine oynamak istedikleri, ciddiye aldıkları, konsantre oldukları bir maçı kazandılar. İnsan sevinirken bir yandan da üzülüyor. Cumartesi günü Denizlispor’a Kadıköy’de üç puan verirlerse şaşırmam.

Galatasaray da Ankara’da Hacettepe’ye kaybetti. Futbol takımlarının iyice Fenerbahçe’ye benzemeye başladığını çok uzun zamandan beri düşünüyordum, onlar da aldıkları mağlubiyetle bu süreci tamamlamış oldular. Sivasspor hala zirvede, fikstürleri de nispeten rahat ama Bülent Uygun bu kadar beddua almaya devam ederse işleri bir anda terse dönebilir.


Az önce Arsenal-Manchester United maçı da sona erdi, United 3-1’lik net skorla finale yükseldi. Eve girdiğimde iki gol olmuştu bile, izlemek için çok hevesli olduğum maçtan zerre keyif alamadım. Arsenal’in sürpriz yapabileceğini düşünüyordum ama olmadı. Maç 10. dakikada bitti. İkinci devre Arsenal tam baskı kurmaya başlamışken, daha doğrusu ceza sahasına üst üste birkaç tehlikeli olabilecek orta yapmışken United bir anda çok hızlı çıktı, üç pas ile bir anda tokat gibi bir gol buldu. Fletcher Arsenal’in tek golünün geldiği penaltı pozisyonunda kırmızı kart gördü, takımını değil kendini yaktı. Finale bu kadar yaklaşıp da tribüne çıkmak çok acı olsa gerek.

Şampiyonlar Liginde asıl mücadele ise bu akşam olacak. Chelsea deplasmandan beraberliği çıkarmıştı. Hiddink'i çok severim, bence de çok büyük bir futbol adamı ama bu “başarı” sanki biraz fazla abartıldı. Üzerinden günler geçmiş maç hakkında detaya girmenin gereği yok ama yarın her şey Hiddink ve Chelsea için çok daha zor olacak. Neler yapabileceklerini göreceğiz, futbolun adaletinin olup olmadığını bir kez daha test edeceğiz.